05.04.2021,  Av. Atay Cibooğlu

 

 İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİN HUKUKİ AÇIDAN DEĞERLENDİRLMESİ 

 

Kıymetli okurlarım hepinize merhabalar. Bildiğiniz üzere Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesine taraf olmaktan çıktı. Bu karar, kadın derneklerinden tutun, barolar, sivil toplum kuruluşları dahil herkesin tepkisini çekti. 24 Eylül 2020 tarihinde yazmış olduğum Kadına Yönelik Şiddet ve Devletin Hukuki Sorumluluğu isimli makalem Legal Hukuk Dergisinin Eylül ayındaki sayısında yayınlandı. Arzu eden arkadaşlar bu bağlantı adresinden makalemi okuyabilir. https://legal.com.tr/blog/genel/kadina-yonelik-siddet-ve-devletin-sorumlulugu/  Bu makalemde İstanbul Sözleşmesinin önemini anlatmıştım. Bugün ise İstanbul Sözleşmesinin ne olduğunu, neden faydalı olduğunu ve kaldırılmasının neden hukuka aykırı olduğunu anlatacağım. Bugünkü yazım benim için çok önemli çünkü bunu İsviçre Türk Kadınlar Derneği için yazıyorum.

 

İstanbul Sözleşmesinin tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir.  2011 yılında İstanbul’da Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmıştı. (Avrupa Konseyini yabancı karşılamayın  çünkü Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden birisi de Türkiye’dir. Bu oluşum Avrupa’da hukukun üstünlüğünü buna bağlı olarak demokrasiyi ve en önemlisi de insan haklarını savunmak amacıyla 5 Mayıs 1949 yılında kurulmuştur. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin kurucusu olduğu ve hala üyesi olduğu Avrupa Konsey’ine ait sözleşmedir. Keza Türkiye bu sözleşmeyi onaylarken hiçbir çekince koymamış ve meclisten tam destek almıştır.)  Bu toplantıdaki görüşmelerden sonra takvim yaprakları 11 Mayıs 2011’i gösterdiğinde Türkiye ilk imzayı atmış ve sözleşme artık imzaya açılmıştır. Sözleşme İstanbul’da imzaya açıldığı için sözleşmeye İstanbul Sözleşmesi denmiştir. Daha sonra takvim yaprakları 1 Ağustos 2014 yılını gösterdiğinde İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin imza tarihi ile onay tarihi arasında bu kadar zaman farkı olmasının nedeni ise Avrupa Konseyindeki üye ülkeler ve diğer ülkelerin farklı zamanlarda imza atmasıdır. Sözleşmenin onay yeter sayısı olan 10 (on) sayısına 1 Ağustos 2014 yılında ulaşıldığı için bu tarihte yürürlüğe girmiştir.

 

İmzalanmasının üzerinden 10, yürürlüğe girmesinin üzerinden ise 7 yıl geçmiş bir sözleşmenin, bugünlerde görüyoruz ki, hala ne olduğunu anlamamış çok fazla insan var. İstanbul Sözleşmesi kısaca kadına yönelik şiddetin azalması ve bitmesi için kadın erkek eşitliği sağlama amacı taşıyor. Sözleşmenin maksatlar başlıklı birinci maddesinde ‘‘kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarını koruması ve bunlara yardım edilmesi…’’ demektedir. Yani bu sözleşme sadece kadını değil aile içinde şiddet mağduru olan herkesi korumaktadır. Hatta sözleşmenin 2. Maddesi ‘‘Bu Sözleşme, aile içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır.’’ demektedir. Yine ilgili sözleşmenin 3. Madde’nin b bendi Aile İçi Şiddet tanımını yapar ve buna göre ‘‘eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.’’  demektedir. Yani İstanbul Sözleşmesi ve beraberinde gelen 6284 sayılı kanun ile kadınları aile içinde olsun ya da olmasın her türlü şiddetten koruyacağını açık bir şekilde belirtmektedir.

 

İstanbul Sözleşmesi öncesinde Türkiye’de 14 Ocak 1998 tarihinde kabul edilen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’u vardı. Bu kanun aile içi şiddeti önleme açısından iyi bir yasaydı, yani en azından aile içi şiddete el atmış olması bakımından çok iyiydi. Tabii ki yasa incelendiğinde kadına yönelik şiddeti azaltması veya durdurması bakımından pek etkili değildi. Misal 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un ilk maddesi ‘‘…eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin…’’ diyerek aile içi şiddeti önlemeyi hatta kadını korumayı amaçladığı anlaşılıyor ancak burada koruma kapsamına aldığı kişi aslında kadınlar değil ailedir. Yani Türk Medeni Kanununa göre aile statüsüne sahip olmayan kişiler bu koruma kapsamında yararlanamamaktadır. Yani kadın, Türk Medeni Kanunu’na göre aile statüsü içinde değilse (nikahsız birliktelik yaşıyorsa veya dini nikahlıysa) 4320 sayılı kanun kapsamından yararlanamamaktadır. Keza diğer aile bireyleri tanımı da yapılmamıştır. Misal evli olmayan çiftlerin ortak çocukları olursa bu koruma kapsamından yararlanabiliyorken, nikahsız olarak birlikte yaşayan ve ortak çocukları olmayan kişilerin çocukları, şiddet görmesi sonucunda bu yasanın kapsamına girmedikleri için 4320 sayılı kanun bu çocukları korumamaktadır. İstanbul Sözleşmesiyle birlikte gelen 6284 sayılı kanun 4320 sayılı kanunu mülga etmiş yani kaldırmıştır.

 

Görüldüğü üzere İstanbul Sözleşmesi şiddete uğrama konusunda hiçbir ayrım yapmamaktadır. Bu sözleşme hukuki veya biyolojik olarak kişinin ailevi bağının olup olmamasına bakmamakta ve kadınların karşılaşacağı her türlü şiddeti önlemeyi amaçlamaktadır. İstanbul Sözleşmesi sadece şiddeti önlemekle kalmıyor, kadınlara karşı yapılan ayrımcılığında ortadan kaldırılmasını sağlamaktadır.

Aslında İstanbul Sözleşmesini genel olarak özetlemek gerekirse, İstanbul Sözleşmesi şiddetsiz bir toplum yaratmamızı istiyor. Bu sebeple önleyici tedbirleri getiriyor. Yani kadına karşı şiddet olmasa bile kadına yönelik bir tehdit varsa devletin bu tehdidi bertaraf etmesi gerektiğini belirtiyor. Bu tehdidi bertaraf etmek içinse İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte gelen önleyici tedbirleri uygulamak zorundadır. Ancak İstanbul Sözleşmesi şunun da farkındadır, devletlerin sözleşmeyi kabul etmesiyle şiddetsiz bir toplumun bir anda olması mümkün değildir. İstanbul Sözleşmesi, devlet önleyici tedbir aldığı halde kadın yine de şiddete maruz kaldıysa o zaman etkin ve aktif soruşturma ve kovuşturma yürütülmeli ve faile en kısa zamanda hak ettiği ceza verilmeli demektedir. Çünkü yargı eğer hızlı ve etkin çalışırsa toplumda şiddet çıkması daha zorlaşacaktır. Kadın dernekleri 6284’ü tam uygula kadını yaşat sloganını bu sebeple kullanıyorlardı. Eğer etkin bir yargılama yapılabilseydi ve caydırıcı cezalar verilseydi, toplumda bu kadar şiddete meyilli kimseler olmazdı. Keza toplumda cinsiyet eşitliği sağlansaydı o zaman şiddet hiç yok kadar az olabilirdi. Son olarak sözleşme devletlere bir yükümlülük yüklüyor. Bütün bunları yapıyor olman yetmez, gelecekte kadınları nasıl koruyacağını, bu konuda hangi somut adımları atacağını bize göster demektedir. Yani sadece önleyici tedbir alıp ve etkin bir ceza yargılaması yapması gerektiğini söylemiyor ayrıca geleceğe yönelik planların, toplumsal cinsiyet eşitliği için  neler yapılacak, kadınları nasıl güçlü konuma getirirsin bize bunları göster demektedir.

 

Bu kadar yararlı ve etkin olan İstanbul Sözleşmesi neden istenmiyor sorusu aklınıza gelebilir. Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla –çünkü bu süreçte sadece bu argüman kullanıldı- İstanbul Sözleşmesi’yle topluma eşcinsellik dayatması yapılarak Türk aile yapısının bozulacağından korkmaktadırlar. Peki İstanbul Sözleşmesi’nde eşcinsellere yönelik herhangi bir düzenleme var mı diye baktığımızda aslında böyle bir düzenlemenin olmadığını göreceksiniz. İstanbul Sözleşmesini herkes açıp okuyabilir. Eşcinsellere yönelik herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Peki böyle bir düzenleme yoksa İstanbul Sözleşmesini istemeyen insanlar neden bunu iddia ediyorlar diye bir soru soracaksınız ki siz sormadan ben hemen yanıtlayayım. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanlar sözleşmede geçen ‘‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’’ kavramına takılmaktadırlar. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği kavramıyla aslında LGBT propagandası yapıldığı söyleniliyor. Bu iddiaların elle tutulur bir tarafı olmadığını düşünüyorum çünkü bu konuyla ilgili İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını isteyen hiçbir hukukçu, bunun hukuki boyutuyla bir açıklama yapmadı. Toplumsal cinsiyet kavramı sosyolojik veya felsefi yaklaşımlarla açıklanmaya çalışılmış ancak dediğim gibi İstanbul Sözleşmesinin eşcinselliğe yönlendirdiğine dair hukuki bir görüş yoktur. Bu görüşe bende katılmıyorum çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının, sanıldığı gibi eşcinsellik anlamı yoktur aksine kadınların ve erkeklerin toplumsal yaşamın her alanına eşit katılması anlamına gelmektedir. Yani erkeklere sunulan fırsatların kadınlara da sunulması gerektiğini belirten bir kavramdır. Burada herhangi bir eşcinsellik propagandası söz konusu değildir.

 

İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması konusuna gelirsek ise İstanbul Sözleşmesi bir gece vakti Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle kaldırıldı. Bu kaldırma işlemi usulüne aykırı bir şekilde yapıldığı için yapılan bu kaldırma işlemi yani Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi bu anlamda yok hükmündedir. Yani hukuk dünyası anlamında hiçbir şey ifade etmediğini ve İstanbul Sözleşmesinin hala yürürlükte olduğunu söyleyebilirim.

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı, hukuka neden aykırı olduğunu fazla uzatıp siz kıymetli okurlarımı sıkmadan kısaca açıklayayım. Kural olarak Uluslararası Sözleşmeler yürürlüğe nasıl girdilerse yine aynı şekilde sözleşmeden çekilebilirler. İstanbul Sözleşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayıyla girdi ve yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çekilme iradesiyle sözleşmeden çekilebilir. Şimdi bazı kıymetli okurlarım diyecek ki yeni Anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle uluslararası sözleşmelerden dönebilir. Ancak hayır. Yine Anayasamızın 104. Maddesi çok açık, temel hak ve özgürlükler Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle düzenlenemez. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesinden çekilemez. Bu konuda birçok hukukçu görüş birliğindedir. İstanbul Sözleşmesinin çekilme kararı yok hükmündeyse Türkiye Kadın Hakları, CHP ve DEVA (şu ana kadar bu 3 ismi duydum ancak duyduğuma göre daha fazlası da olacak) İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı olan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine karşı neden yürütmeyi durdurma davası açmaktadır gibi bir soru gelebilir ona da cevap vereyim. Hukuki olarak yapılan işlemlerin yok hükmünde olması demek için mutlaka bir mahkemenin ‘‘alınan bu karar yok hükmündedir’’ gibi bir hüküm vermesi gerekmektedir. Bunu insanların iradesine bırakmamız mümkün değildir. Bu sebeple yürütmenin durdurulması için Danıştay’a dava açılması gereklidir.

 

Yazımı bitirirken çok kritik bir şey daha söylemek istiyorum. İstanbul Sözleşmesi ne yazık ki sadece bizim ülkemizde tartışılan bir konu değildir. İstanbul Sözleşmesi’nin tarafı bazı diğer Avrupa ülkelerinde de tartışmalar söz konusudur. İstanbul Sözleşmesine dair ilk protesto Bulgaristan’da 2018 yılında başladı. Bu protestolar 2019 yılında Slovakya’ya sıçradı. En son yani 2020 yılında ise Polonya’ya sıçradı. Hatta Polonya Adalet Bakanlığı, İstanbul Sözleşmesinde yer alan bazı maddelerin ideolojik olduğunu bu sebeple İstanbul Sözleşmesinden çekileceklerini duyurmuştur. Bu haber yapıldığında takvim yaprakları 2020’yi gösteriyordu ve Polonya Adalet Bakanlığı’na göre çekilme 2021 yani bu sene yapılacağı söyleniyordu. 2018 yılında Bulgaristan’da protestoların başlamasıyla birlikte Avrupa Konseyi bir açıklama yayınlamak zorunda kalmış ve ‘‘Açıkça belirtilmiş amaçlarına rağmen, birkaç dini ve aşırı muhafazakâr grup, İstanbul Sözleşmesi hakkında yanlış anlatılar yayınlamaktadır.’’ diyerek İstanbul Sözleşmesi üzerinden algı operasyonu yapıldığını belirtmiştir.

Bu süreci hep beraber takip edeceğiz. Umarım Mars’a gitmeye çalıştığımız bu günlerde, güzel dünyamızda da artık savaşların veya şiddetin olmadığı ve kadın-erkek fırsat eşitliğinin sağlandığı günleri görürüz. Şiddet hiçbir zaman çözüm yolu değildir kıymetli okuyucularım.

 

Yazımı bu şekilde bitirirken İsviçre Türk Kadınlar Derneği’nin yeni seçilen Başkanı Semra ÖNDAŞ Hanımefendi’ye ve beraberindeki Yönetim Kurulu’na bu vesileyle başarılar diliyorum. Umarım her şey gönüllerince olur.

 

 Av. Atay CİBOOGLU

 https://www.ataycibooglu.com/